Tag Archives: İnsan

Meraklısına “collage”

Wayne Shorter – David Bowie
Melek Keçeci
Tevfik Fikret


Bu Arda’nın neresini tutsan elinde kalıyor!

Ertem Şener’in DJ’liğini üstlendiği bir “futbol” programında, Galatasaray’ın Aytemiz Alanyaspor deplasmanından sonra takımın “göbekli” futbolcusu Arda Turan’ın sosyal medyadaki Türkçe (?) mesajındaki hatalar Emre Bol tarafından masaya yatırıldı. Ancak E. Bol’un da Türkçenin yazım kurallarına bihakkın vâkıf olmadığı görülünce ortaya evlere şenlik bir tiyatro çıktı haliyle. “Sert mesaj”, “zehir zemberek sözler” başlıklarıyla verildi A. Turan’ın dökülen Türkçesiyle klavyeye düşürdüğü cümleler!

Galatasaray’dan İspanya semâlarına kanatlanan bir futbolcunun kariyer basamaklarındaki hazin düşüşünü Uğur Karakullukçu sorgular. A. Madrid ve Barcelona gibi dünya futbolunda ağırlığı olan kulüplerde top koşturan bir sporcunun “şarkıcı Berkay”, “silah”, “hastane”… Geçelim.

“Silkelesen elli milyon yuro düşer” ifadesini kullanan E. Bol’un, futbolcu Arda’ya Türkçe dersleri için ufak bir miktar ayırması gerektiği yönündeki tavsiyesi gayet yerindedir. Esasen bir “sosyal medya danışmanı”na ihtiyacı vardır A. Turan gibi “ünlü futbolcu” şahsiyetlerin, ki aklına geleni ergen ağzıyla çalakalem yazıp da el âlem tarafından makara geçilmesin…


+1

“Halfaouine est juste magnifique, elle me donne la chaire de poule , à chaque fois que je l’écoute”


Onda ne maharetler var: Edi Rama

Geçen gün İstanbul Modern’e giderken Tophane-i Amire Kültür Merkezi’nde Edi Rama sergisi olduğunu duyuran bir afiş gördüm (medyadaki haberleri ne hikmetse atlamışım.) Edi Rama kelimeleri alacalı bulacalı harflerle yazılmıştı.
Ben bu adı bir yerlerden biliyordum ama nereden? Müzeye varıp ismi google‘layınca hafızam tazelendi…
Edi Rama bir siyasetçi. Arnavut Sosyalist Partisi‘nin lideri ve iki yıldır da Başbakan

Ancak bu sıfatlar onu anlatmaya yetmiyor. Rama aynı zamanda öğretim üyesi, yazar, sanatçı, sporcu…
Onun adını ilk kez başkent Tiran‘a belediye başkanı olduktan sonra duymuştum. Hayat hikayesi ilginç gelmişti:
Heykeltıraş bir baba ve hekim bir annenin oğlu olarak 1964‘te dünyaya geliyor. Dinamo takımında basketbol oynuyor, milli takıma kadar yükseliyor.
Üniversitede okurken kütüphaneciyle arkadaş oluyor. Bu sayede Yasak Kitaplar bölümüne girerek, rejimin burjuva pislikleri olarak gördüğü Gerçeküstücü sanatçıların resimlerini inceliyor. Daha sonra Güzel Sanatlar Fakültesi’nde hocalık yapıyor.
Enver Hoca‘nın (1908-1985) İkinci Dünya Savaşı ertesinde kurduğu tutucubaskıcı komünist rejim 1990’ların başında çökerken demokrasi yanlısı gösterilerde yer alıyor.

1994’te Fransa’ya gidiyor. New York, Paris, Frankfurt, Sao Paulo’da açılan resim sergilerine katılıyor. 1998’de Başbakan Fatos Nano‘nun çağrısıyla ülkesine dönüp Kültür Bakanı oluyor.
Tiran Belediye Başkanı seçildikten sonra yaptığı ilk işlerden biri… Asık suratlı kenti şenlendirmek amacıyla binaları canlı renklere boyama kampanyası başlatmak oluyor.
2003’teki belediye başkanlığı yarışında rakipleri Güney Fransa’daki bir çıplaklar kampında çekilmiş fotoğraflarını basına sızdırıyor…
Ancak bu hamle ne tekrar seçilmesini engelliyor, ne de iki yıl sonra Sosyalist Parti’ye başkan olmasını… (Belli ki Arnavut halkı çamur lekesini değil, kumaşın kalitesini önemsemiş.)

İmkanı olanlara sergiyi gezmelerini öneririm. Son on yılda yapılmış bu eserler, birer yüksek sanat ürünü olduğundan değil… Dünyada bizimkilerden çok farklı politikacıların da bulunduğunu bizzat görmeleri için!
Not: Siyasette karşılaştığı dalavereleri, haysiyetsizlikleri, yolsuzlukları anlattığı Kurban başlıklı kitabı Türkçe’ye de çevrildi (İletişim Yayınları).

Emre Aköz, Sabah gazetesi, 29. Kasım.2015


“Afili” hatalar ve “afili” romanlar!

Murat Menteş, Alper Canıgüz, Emrah Serbes… Bu üç “filinta” “Afili Filintalar”ın önde gelen isimleri olarak bilinir. Öyle “afili” ve dokunulmazlardır ki tükürseler “şaheser” addedilir yazdıkları. Oğullar ve Rencide Ruhlar adlı kitabıyla “fanatik” bir okur kitlesi edinen Alper Canıgüz’ün Kıyamet Park adlı kitabının giriş cümlesinde büyük bir hikmet (?) görülmüş olmalı ki o “bağlaç” mağlubu cümlesini afişlere kadar taşımışlar. Şöhretin görünmez kanatlarıyla arşa yükselmek böyle bir şey işte! Bir cümlede iki adet bağlaç (“çünkü”, “ama”) kullanıp da bunların noktalamalarını hakkıyla kullanamazsan bunu “büyük yazarlık”la veya “yazarın dil tasarrufu” ile izah edebilirsin ancak!

Heyhat, Alfa’nın bir editörü yahut bir metin tamircisi yok mudur ki böylesi bağlaç mâlûlü bir cümleye cevaz verilebilmiş! Allah, hiç kimseyi bu kadar acemice bir cümleyle romana başlayacak kadar kibirle donatmasın.

Irmak Zileli ise Twitter’da hiç acımadan sağlı sollu girişmiş tâbir câizse “Afili Filintalar”a 24 Temmuz 2019’da:

“Afili Filintalar’ın edebiyatın başına ördüğü şu çoraptan ne zaman nasıl kurtulacağız merak ediyorum. Özellikle son dönemde okuduğum öykü ve romanlarda dikkatimi çeken bir şey var. Ardı arkası kesilmeyen aforizmalarla yapılan bir ‘felsefe’.”

“Çoğunlukla aralarında neden-sonuç ilişkisi ve bütünlük yok. Cümleyi ilk okuduğunuzda mühim bir şey söylediği ve bunu etkili şekilde söylediği hissi uyandırıyor. Durup anlamını kavramaya çalışırsanız, ne demek istediği belli olmayan süslü bir cümle olduğunu fark ediyorsunuz.”

“Büyülendiğinizi sanıyorsunuz ama burada yaşanan büyü değil, az sonra geçiverecek olan bir şoklama. Bu cümleleri sarf eden karakterler de oldukça yapay oluyor haliyle. İki insanın gündelik hayatın içinde sürekli olarak böyle cümleler kurması inandırıcı değil.”

“Elini şakağına dayamış, kısık gözlerle ufuklara dalan, pürüzlü sesiyle bizi etkileyen biraz serkeş, saçı başı dağınık erkek karakterlerin kadın versiyonları da çıktı. Bunlar da çoğunlukla çok tatlı, sempatik, eğlenceli, büyüleyici, lunapark gibi kadınlar. Bir o kadar da ‘derin’!”

“Ayrıca mizahi tarafları da pek güçlü. Ve öyle cümleler kuruyorlar ki, sanırsın feleğin çemberinden geçmiş. Fakat cümlelere yakından bakınca yine içi boş. Ne dediği pek anlaşılmıyor. En sıradan duygunun bile en afili şeklini bulabiliyorlar.”

“Yusuf Atılgan’ların, Oğuz Atay’ların, Sevgi Soysal’ların, Leyla Erbil’lerin topluma uyum sağlayamayan “tuhaf” karakterleri değil bunları. Bunlar tuhaf ve uyumsuz pozu veriyorlar sadece. Karakterler o kadar yaşamıyor ki hikaye akmıyor bir türlü, konuşan kafalar görüyoruz o kadar.”

“Sanıyorum şunu da vurgulamak gerek. Edebiyatta anlam paragraftadır, hatta metnin bütünündedir. Anlamı tek tek cümlelere yüklemeye kalkışmak, reklam spotu gibi cümleler kurmak, bunların içi dolu bile olsa öyküye, romana hizmet etmez.”

“Aforizma bağlamsızdır, bütün gücünü buradan alır, bu eksik bir güçtür ama güçtür. Edebiyat metninin gücü bağlamdadır, her bir cümlenin bağımsızlığını ilan ettiği yerde akıp gitmez ve karakterler oluşmadığı gibi, bütünlüklü bir dünya kurulamaz. Oysa edebiyatın işi dünya kurmaktır.”


Bir mücevher: Ziya Osman Saba

Önce ekmekler mi bozuldu, yoksa insanlar mı? Lisanın bozulduğu aşikâr. Rezzan Hanım’ın o güzelim İstanbul Türkçesini konuşan kalmadı. En mühimi, merhum Ziya Bey’in uğruna şiirler yazdığı o cânım İstanbul kalmadı. Lirizm şaheseri şiirlerindeki din, iman, Allah mefhumları da… Her şey kirli bir ticaretin öznesi olup çıktı. Allah gani gani rahmet eylesin, ruhu şâd olsun.

Meraklısına: ’70’li yılların TRT’sinde bir dizi vardı: Sihirbaz. Bu dizideki “Bill Bixby” karakterine sesini veren Aykut Sözeri, bu belgeseli de seslendirmiş.


“Ölüm asude bahar ülkesidir”

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.


Vizyonist sosyolog!

Bir vakitlerin amiral gemisi Hürriyet’in genel yayın yönetmeniydi “sosyolog” Ertuğrul Özkök. Attığı, attırdığı manşetlerle kulakları epey çınlatılmıştı. Köprülerin altından çok su aktı, irtifa kaybedip kocaman köşesinde andropoz tünelinden geçerken “entel fantezi”lerini yazarak on binlerce lirayı cebine indirerek Milimetric’ten “çok ucuza” diktirdiği kostümlerle halay malay çekti. Son kullanım tarihinin çoktan dolduğu iyice ayyuka çıkan beyefendiyi şak diye kapı dışarı ediverdiler A. H. Coşkun’un kaptanlığını yaptığı Hürriyet’ten ve hiç kimsenin umurunda olmadı. Şu “komedi” listesine Recep İvedik 6‘yı koyan birini kim takardı ki!


Peşin hükümlülere göre değildir: Üç Kuruş

Haber metnimiz şöyle: “CHP İzmir Milletvekili Özcan Purçu, özel bir televizyon kanalında yayınlanan ‘Üç Kuruş’ isimli dizide Romanların aşağılandığını öne sürerek Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nu (RTÜK) göreve çağırdı. Purçu, ‘Bizim için bu dizi bir kuruş etmez.’ dedi.”

“Vikipedi”de yazanı nakledeyim: “Özcan Purçu, Çingene kökenli Türk siyasetçi.” “Vikipedi” için de hararetli bir konuşma yapıp yapmadığına dair bilgim yok.

“Menşeleri kesin olarak bilinmeyip Hindistan’dan çıktıkları sanılan, çalgıcılık, falcılık, ayakkabı boyacılığı yapmak ve elek, ızgara, maşa, çiçek gibi şeyleri satmakla geçinen, bütün Avrupa’ya yayılmış, çoğu göçebe topluluk, kıptî, roman.” Bu da “çingene”nin lugat karşılığı.

“Romanların” kırmızıya düşkünlüğünden mülhem, “Üç kuruş fazla olsun, kırmızı olsun” deyiminden oluşturulduğunu düşünmüştüm dizinin adını; meğerse işlediği cinayetlerden sonra kurbanlarının cebine “üç kuruş” bırakan gizemli bir katilin ipucu oyununa göndermeymiş. Peki, öyle olsun.

TV dizilerinin “kurgu” olduğu gerçeğini koca koca adamlar ve ülkenin geleceğine dair sandıklarda söz söyleyen feraseti engin halkımız ne zaman öğrenecek acaba? Engin Altan Düzyatan’ın başrolde yer almadığı “tarihî” dizi kaldı mı? Kurtlar Vadisi‘ndeki Süleyman Çakır karakteri için gıyâbında cenaze namazı kılan ey halkım, size soruyorum, kaldı mı? Sakince yere bırakın elinizdeki kılıcı ve oturun. Oturun ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı mı olur, Halil İnalcık mı olur, “efsane indirim”lerden kafanızı kaldırın da kaldırımları arşınlayın. Sahaflar Çarsısı eski günlerinde olmasa da arşınlayın, hatta Arşak Palabıyıkyan kimdir, onu da bir araştırın. Sanal kitap fuarlarına dümeni kırın; tapon spor ayakkabılardan, naylona boğulmuş “sivitşört”lerden kime hayır gelmiş ki!

“Roman çorbası”, “Roman pembesi”, “Roman çalar, Kürt oynar”, “Roman maşası gibi” deyimlerimizi işittiniz mi hiç? Cevabınız elbette “hayır” olacaktır. Yılların birikiminden gelen bir söz varlığına sansür tatbik ederek, kültürel hafızayı sıkıyönetim marifetiyle baskılayarak ancak trajikomik bir duruma düşeriz. Bir milletin dil varlığını budamak aklı başında siyasetçilere yakışmaz.

E. Kusturica’nın 1988 tarihli Time of the Gypsies filmi niçin “Romanlar Zamanı” adıyla gösterime girmedi, bi’ düşünün ve rahat olun artık biraz. Çocukluğumda mahallemizden çingeneler macun satarak geçerdi. Rengârenk macunları görür görmez fırlardık evlerimizden ve güle oynaya koşardık o renkli mi renkli bakır alaşımlı, (i)konik tezgâha… Mahallemizdeki hiç kimse de “çingene” kelimesine hakaret anlamı yük-le-mez-di. Ne güzel yıllardı!

Soru/n şu: Ne oldu kardeş kardeş yaşayan bu topluma?


Bozaaaa! Haydi bozaaa! Vefa’nın bozaaaa!

En son ne zaman “gerçek” Vefa bozası içtiniz? Öyle plastik şişelerde marketlerde, kuru yemişçilerde satılan bozalardan bahsetmiyorum, aman ha! Teneke ibriklerde satılan bozadan bîhaber misiniz? Allah bilir, bozanın üstüne zencefil, karanfil, Hindistan cevizi de serpmediniz… n’ettiniz? Çok çok tarçın, belki de sadece sarı leblebi yahut tarçın ile sarı leblebiyle birlikte bozayı yudumladınız… n’aptınız!

Dinî hassasiyetleri yüksek kişilerde “boza”ya içki muamelesi yapıldığını işitmiş olmalısınız. “Darıdan yapılan mayalı içki” der, üstad-ı âzam Reşat Ekrem Koçu. Mayalanmada kopar film! Unutulan bir kelimedir “tahammür”; unutulmasın. Ferman kimya ilminindir: fermantasyon. İçki yasaklarının olduğu devirde (yok yok, pandeminin en ateşli devri değil) içkiye tövbe etmişler ve akşamcılar tarafından boza pek revaçtaydı. Bundan ötürü meyhanecilerle bir tutulurdu bozacılar, bu da deyimlerimizde şöyle dile gelmiştir: Meyhanecinin şahidi/kefili bozacı. “Şıracının şahidi bozacı” olarak tedavüldedir. Elbette kültürel-dilsel (bakın, “öz Türkçeciler” gibi -sel’li, -sal’lı kelimeler, pardon, sözcükler de kullanabiliyorum) köprüleri sapasağlam kişilerin dağarcığında bu deyimler müstesna bir yere sahiptir. Zırt pırt “yükseldim” deyip duranlar kızınca yükselsinler, hoşlanınca daha daha yükselsinler… Antidemokratik tikimi harekete geçiren Yasak Elma senaristi hanımlar “yükseldim”leriyle sinirimi tetiklediler ve tez vakitte azalarak bi’ bitsinler! Parantezi kapıyorum, telaşa mahal yok; parantezler parendeyi severler!

Hava durumunu sunuyordur Ali Esin o şeker gibi üslubuyla, espriler yapa yapa siyah-beyaz TRT ekranlarında… Sokaklar karla kaplıdır, o bembeyaz sessizliği “Haydi bozaaaa!” nidâsı usta bir terzinin makas vuruşu gibi ortadan ikiye böler. Sıcacık sobanızın üstünde kavrulan portakal kabuğundan yayılan râyiha oturma odasını kaplamıştır. Anneniz, elinde büyükçe bir cam kâseyle sokağa çıkar, teneke ibrikteki bozanın o cam kâseye doluşunu karla kaplı camdan seyredersiniz… Kuş başı yağan karın kalın tabakasını eriten tuhaf bir hüznün sıcaklığı kaplar sokağı sanki. İçeri girer anneniz, içiniz kamaşır mutluluktan.

Büyük gezgin Evliyâ Çelebi üstadımıza kulak vermek lâzım gelir artık: “Amma yolunda içilirse guzâtı müslimine kuvvâyi beden olup sıcaklık verdiği gibi açlığı da def eder.” Evliyâ Çelebi, bozayı her ne kadar ayak takımının içkisi olarak nitelese de ulemânın da bozaya teveccüh gösterdiğini not eder.

Size doyum olmaz, ben çocukluğumu da yanıma alıp bozamı içmeye Vefa’ya gidiyorum, belki karşılaşırız.

Afiyet olsun.