Tag Archives: Hayat

Meraklısına “collage”

Wayne Shorter – David Bowie
Melek Keçeci
Tevfik Fikret


Peşin hükümlülere göre değildir: Üç Kuruş

Haber metnimiz şöyle: “CHP İzmir Milletvekili Özcan Purçu, özel bir televizyon kanalında yayınlanan ‘Üç Kuruş’ isimli dizide Romanların aşağılandığını öne sürerek Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nu (RTÜK) göreve çağırdı. Purçu, ‘Bizim için bu dizi bir kuruş etmez.’ dedi.”

“Vikipedi”de yazanı nakledeyim: “Özcan Purçu, Çingene kökenli Türk siyasetçi.” “Vikipedi” için de hararetli bir konuşma yapıp yapmadığına dair bilgim yok.

“Menşeleri kesin olarak bilinmeyip Hindistan’dan çıktıkları sanılan, çalgıcılık, falcılık, ayakkabı boyacılığı yapmak ve elek, ızgara, maşa, çiçek gibi şeyleri satmakla geçinen, bütün Avrupa’ya yayılmış, çoğu göçebe topluluk, kıptî, roman.” Bu da “çingene”nin lugat karşılığı.

“Romanların” kırmızıya düşkünlüğünden mülhem, “Üç kuruş fazla olsun, kırmızı olsun” deyiminden oluşturulduğunu düşünmüştüm dizinin adını; meğerse işlediği cinayetlerden sonra kurbanlarının cebine “üç kuruş” bırakan gizemli bir katilin ipucu oyununa göndermeymiş. Peki, öyle olsun.

TV dizilerinin “kurgu” olduğu gerçeğini koca koca adamlar ve ülkenin geleceğine dair sandıklarda söz söyleyen feraseti engin halkımız ne zaman öğrenecek acaba? Engin Altan Düzyatan’ın başrolde yer almadığı “tarihî” dizi kaldı mı? Kurtlar Vadisi‘ndeki Süleyman Çakır karakteri için gıyâbında cenaze namazı kılan ey halkım, size soruyorum, kaldı mı? Sakince yere bırakın elinizdeki kılıcı ve oturun. Oturun ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı mı olur, Halil İnalcık mı olur, “efsane indirim”lerden kafanızı kaldırın da kaldırımları arşınlayın. Sahaflar Çarsısı eski günlerinde olmasa da arşınlayın, hatta Arşak Palabıyıkyan kimdir, onu da bir araştırın. Sanal kitap fuarlarına dümeni kırın; tapon spor ayakkabılardan, naylona boğulmuş “sivitşört”lerden kime hayır gelmiş ki!

“Roman çorbası”, “Roman pembesi”, “Roman çalar, Kürt oynar”, “Roman maşası gibi” deyimlerimizi işittiniz mi hiç? Cevabınız elbette “hayır” olacaktır. Yılların birikiminden gelen bir söz varlığına sansür tatbik ederek, kültürel hafızayı sıkıyönetim marifetiyle baskılayarak ancak trajikomik bir duruma düşeriz. Bir milletin dil varlığını budamak aklı başında siyasetçilere yakışmaz.

E. Kusturica’nın 1988 tarihli Time of the Gypsies filmi niçin “Romanlar Zamanı” adıyla gösterime girmedi, bi’ düşünün ve rahat olun artık biraz. Çocukluğumda mahallemizden çingeneler macun satarak geçerdi. Rengârenk macunları görür görmez fırlardık evlerimizden ve güle oynaya koşardık o renkli mi renkli bakır alaşımlı, (i)konik tezgâha… Mahallemizdeki hiç kimse de “çingene” kelimesine hakaret anlamı yük-le-mez-di. Ne güzel yıllardı!

Soru/n şu: Ne oldu kardeş kardeş yaşayan bu topluma?


Bozaaaa! Haydi bozaaa! Vefa’nın bozaaaa!

En son ne zaman “gerçek” Vefa bozası içtiniz? Öyle plastik şişelerde marketlerde, kuru yemişçilerde satılan bozalardan bahsetmiyorum, aman ha! Teneke ibriklerde satılan bozadan bîhaber misiniz? Allah bilir, bozanın üstüne zencefil, karanfil, Hindistan cevizi de serpmediniz… n’ettiniz? Çok çok tarçın, belki de sadece sarı leblebi yahut tarçın ile sarı leblebiyle birlikte bozayı yudumladınız… n’aptınız!

Dinî hassasiyetleri yüksek kişilerde “boza”ya içki muamelesi yapıldığını işitmiş olmalısınız. “Darıdan yapılan mayalı içki” der, üstad-ı âzam Reşat Ekrem Koçu. Mayalanmada kopar film! Unutulan bir kelimedir “tahammür”; unutulmasın. Ferman kimya ilminindir: fermantasyon. İçki yasaklarının olduğu devirde (yok yok, pandeminin en ateşli devri değil) içkiye tövbe etmişler ve akşamcılar tarafından boza pek revaçtaydı. Bundan ötürü meyhanecilerle bir tutulurdu bozacılar, bu da deyimlerimizde şöyle dile gelmiştir: Meyhanecinin şahidi/kefili bozacı. “Şıracının şahidi bozacı” olarak tedavüldedir. Elbette kültürel-dilsel (bakın, “öz Türkçeciler” gibi -sel’li, -sal’lı kelimeler, pardon, sözcükler de kullanabiliyorum) köprüleri sapasağlam kişilerin dağarcığında bu deyimler müstesna bir yere sahiptir. Zırt pırt “yükseldim” deyip duranlar kızınca yükselsinler, hoşlanınca daha daha yükselsinler… Antidemokratik tikimi harekete geçiren Yasak Elma senaristi hanımlar “yükseldim”leriyle sinirimi tetiklediler ve tez vakitte azalarak bi’ bitsinler! Parantezi kapıyorum, telaşa mahal yok; parantezler parendeyi severler!

Hava durumunu sunuyordur Ali Esin o şeker gibi üslubuyla, espriler yapa yapa siyah-beyaz TRT ekranlarında… Sokaklar karla kaplıdır, o bembeyaz sessizliği “Haydi bozaaaa!” nidâsı usta bir terzinin makas vuruşu gibi ortadan ikiye böler. Sıcacık sobanızın üstünde kavrulan portakal kabuğundan yayılan râyiha oturma odasını kaplamıştır. Anneniz, elinde büyükçe bir cam kâseyle sokağa çıkar, teneke ibrikteki bozanın o cam kâseye doluşunu karla kaplı camdan seyredersiniz… Kuş başı yağan karın kalın tabakasını eriten tuhaf bir hüznün sıcaklığı kaplar sokağı sanki. İçeri girer anneniz, içiniz kamaşır mutluluktan.

Büyük gezgin Evliyâ Çelebi üstadımıza kulak vermek lâzım gelir artık: “Amma yolunda içilirse guzâtı müslimine kuvvâyi beden olup sıcaklık verdiği gibi açlığı da def eder.” Evliyâ Çelebi, bozayı her ne kadar ayak takımının içkisi olarak nitelese de ulemânın da bozaya teveccüh gösterdiğini not eder.

Size doyum olmaz, ben çocukluğumu da yanıma alıp bozamı içmeye Vefa’ya gidiyorum, belki karşılaşırız.

Afiyet olsun.


Diyanet’ten Onedio’ya, oradan sosyal medyanın “gündem” avcılarına sözde gündem maddesi: Mahremiyette hudut

Birileri yine iş başında! Sözde gündem maddelerine “yeni” gündem maddeleri ekleme gayreti içindekiler, Diyanet’in 2015 tarihli Aile Hayatımız adlı kitabından “Mahremiyet Bilinci” adlı bölümü tekrar ısıtarak halkın esas gündem maddelerini perdelemek için işe koyulmuş besbelli. 2020’nin Mart’ında yazılıp çizilmiş bir mevzu bu ve Twitter’da, Facebook’da hemen paylaşım rekorları… Komik oluyorsunuz artık çocuklar, çok komik!


Bayramlar ve yılbaşı artık öksüz: Mustafa Kandıralı vefat etti.

Bayram sabahlarının ve yılbaşı gecelerinin sembol ismi, klarnet sanatçısı Mustafa Kandıralı 90 yaşında (1930-2020) vefat etti. Artık ne eski bayramlar var ne Nesrin Topkapı ne Seher Şeniz ne Tülay Karaca’nın tüllere sarınıp hünerlerini gösterirken kameramanların ve rejinin atraksiyonlarıyla dansözlerin açıkta kalan yerlerinin olabildiğince gösterilmemeye çalışıldığı yılbaşı geceleri… TRT’nin yerinde zaten yeller esiyor! “Özü sözü insan” diye bir de slogan bulmuşlar!

“Özü sözü insan” olan bir neslin mezar taşıdır artık bu slogan! O masum yıllarımızı, Türk-Kürt ayrımının olmadığı mahalle kültürümüzü, kadına kıza yan bakanın ayıplanıp hizaya çekildiği, ezan okunduğunda akşam yemeklerine koştuğumuz sokaklarımızı, başörtülü teyzelerin sokak hayvanlarını tekmelemediği, yılbaşı geceleri kestane pişirip saatin 24.00’ü göstermesiyle beyaz cama gözlerimizi mahcup mahcup çevirdiğimiz ve öksürüklerin bir anda arttığı esnada dansöz eşittir yılbaşı kültünün hafızalarımıza nakşolduğu o masum o güzelim yıllar ebediyen yok artık!


“Al topuklu beyaz kızlar”

Hadiye’nin parmakları tuşların üzerinde öylesine yumuşak, okşarcasına dolaşmaktaydı ki… Sesi de artık hüzünlü ve acılıydı. Söylediği şarkı yavaş yavaş başka makamlara geçiyordu. Sonunda tümüyle değişmişti. Bu artık bir türküydü. Bir Rumeli türküsü… “Mayadağ’dan kalkan kazlar, al topuklu beyaz kızlar.”

Artık ne Mayadağ’da geniş beyaz kanatlarını mavi göklere açan kazlar vardı, ne bu türküye kendini kaptırıp ayak uydurarak hora tepen al topuklu beyaz kızlar. “Kanadın ucu sızlar.”

Hadiye’nin yüreğinin ucu değil, her yanı sızlıyordu. Neden böyle yüreği yanıyordu? Yoksa istanbul’un da, kendi sevgili Selanik’i gibi elden gideceği korkusu muydu?

Cahit Uçuk


Ye, ye, yeah!

İşlenmiş yer fıstığı… Tuzlu… Yanında şekerli, asitli bir meşrubat… Üstüne de çikolata kaplı sandviç bisküvi… Bu üçlüyle “müşteri onayı” sürecinin cinini alıyoruz. Nasıl? Gülse Birsel’in pek moda dizisi, çok konserve kahkahalı yeni “cit-com”undaki gibi “ürün yerleştirme” vahşiliği, görgüsüzlüğü yok burada! Bu arada… Oyunculuklar bir “cit-com” için iyi! Türkçeyi bozan, Türkçenin dil mantığına aykırı saçma kullanımlarla (“adamın dibi”) popülaritesini arttıran “Yalan Dünya” benzetmesini reklam sektörü için de kullanabilir miyiz? O da yalan, bu da yalan… Var git, sen onaylan!

Ne diyordum, ne ediyordum? Ajanstasınız. Saat “talk show” vakitleri… Öğle yemeğinde midenize yolladığınız sucuklu kaşarlı pide iyice yayılmış yollandığı yerde. Güzel. Ayran yayık ayranı değil. Sulu zırtlak beyazlık. Beyaz yakalıların ağzına laaayık! İnekleri dans mans ediyor. Tövbe, tövbe! Neyse. Bir de ajansta müşterinin onayını mı beklemektesiniz? O daha da güzel! Bozukluklarınızı atın türlü çikolatanın, gofretin, meşrubatın bulunduğu otomata… Matah bir şey değil ha! Otomatik bakkal! Veresiye yok! Ölesiye makine! Ölesiye mersiye!

Efenim, “Femen kızları”na bir külot firması sponsor muymuş neymiş! Bozmayın ağzınızı reca ederim. Sizi irca ederim. İcra değil, irca. Şu yalan dolan dünyaya kim sponsor şimdi? “Yalan Dünya”da ne vakıt (farkındayım “ı”) bir prezervatif markası diziye yerleştirilecek acıbağa? Fırlama nesil bunu dolamış şeyine… Eeee, diline…

Yemeğe bak! Ye, ye, yeah! Gül konservelerce, konservatif imece… Yeah! Hadi, bak burası enlem boylam, boylu boyunca kesmece! Durma, oh yeah! Taner vardı bi’ ara sahi, n’oldu Saba abla, he?


“Heyecan yapanlar”a FTS iyi gelir, laksatif etkisi tescillidir!

Dikkat: Bu yazı Facebook ve Twitter kullanıcıları için uygun olmayabilir.

İstanbul’da toplu taşıma araçlarını kullananlar, “BEKLEME YAPILMAZ” ikazının yazılı olduğu levhaları görmüştür. Hiç unutmam, bir televizyon programında Halit Kıvanç da bu hususa parmak basmıştı… da ne olmuştu? Parmak basanların önce parmakları, daha sonra da suratları mosmor olur. Her neyse, gel de Erich Maria Remarque’ı anma!

Geçen haftalarda “Gak Guk” isimli programda, komik olduğu düşünülen bir videonun altında zuhur eden “HEYECAN YAPTI”yı da görünce… “Zaman aşımı”nın hukuku, adaleti aştığı günler yaşanıyor yapayalnız memleketimizde. Bu “yalnız”ı uzaktan (uzağa) kesen eski kulağı kesiklerin olduğunu Petek Dinçöz duydu ayol! Bim, bam, bom! Tarihçiler; lâkin “fetih” filmlerine, “harem” dizilerine işkembeden “consulting” yapanlar değil, essah tarihçiler, yazacaktır bu bomçikolimbo günleri… Öyle ümid ediyorum sevg ı l ı m!

Siyasetin subliminal yönlendirmelerle hallaç pamuğu misali atıldığı bu sürecin sulandırılma aksiyon planı dur durak bilmeden, altınoklutunalıkekeçlifatmalıalilialçılıbaranlınazlılı bir çemberde gül yağını sürüştürürken, yalan yanlış kullanılan “yapmak” fiilini kim takar! Beyin iğfal şebekeleri bütün çiğlikleriyle, eğri büğrü dişleriyle, bütün şebeklikleriyle algılarımızın, kalplerimizin ince ayarlarıyla oynamaktalar. Dedeler diyor ki: Bunların hepücüğü astar!

Devam edelim. Birkaç ay önce 10-15 yaş arası çocukların gözde dizisi “Pis Yedili”de işittim, “eylem/fiil” kullanımındaki kulak tırmalayan bahis konusu “heyecan yapmak”ı. Dizideki kadın (çok hassaslar için “bayan”) öğretmen, erkek öğretmeni evine (bir kafe de olabilir) davet edince, erkek öğretmen afallıyor, hık mık ediyor. Kadın öğretmenin iç sesini dinletiyor bize senaristimiz: “Tabii heyecan yaptı.” Yapsın bakalım!

Dil fakirleşmesi, Türkçe kullanımındaki kabızlık (tıbbîyeli kardeşlerimiz buna “konstipasyon” diyor) böyle bir şey işte. Dizi senaryolarından gazetelere, dergilerden reklam metinlerine, sunuculardan başıbozukluğun hüküm sürdüğü levhalara… Habis bir ur misali yıldırım hızıyla yayılıyor bünyeye kirli, hastalıklı Türkçe. “Yapmak” eylemini “joker” kabilinden kullanmayana tuhaf tuhaf bakıyorlar neredeyse.

“Aşk yapmak” nece? Bu “heyecan” denilen şey nerede yapılıyor? Peki, kiloyla mı, metreyle mi satılıyor? “Beklenmez” yazmak ayıp mı yoksa? “Heyecanlanmak” edebe, ahlaka mugayir mi? İnsan “heyecan yapmaz”! İnsan “heyecanlanır” hey! Oooo, İlahî Komedya!

Heyecanlanmayıp “heyecan yapanlar”ın, Kanal D’nin son dizi bombası “Yalan Dünya”da Çağatay karakterini canlandıran Hakan Meriçliler’den duyduğu “İlahî Komedya”yı deli danalar gibi arama motorlarında araştırıp araştırmadığını pek merak ediyorum.

Çağatay, Orçun veya Selahattin… Bu üç karakterden birinin elinde, “İnferno-Purtogorio-Paradisa” bölümlerinden meydana gelen, Dante Alighieri’nin 1307-1321 yılları arasında yazdığı ve 14.233 beyitten müteşekkil, Toscana lehçesiyle kaleme alınmış “Divina Commedia”ya, Polat Alemdar’ın Abdülhey’in yasını tutarken elinde gezdirdiği, kameranın ise özene bezene odaklanıp gözümüze gözümüze soktuğu, “Kurtlar Vadisi”nin senaryo yazarlarından Ahmet Turgut’un “Bozkırın Sırrı” kitabına yapılan o kıyak “ürün yerleştirme” çok yakışırdı doğrusu.

Neyse, siz yine de kalbinizi ferah tutun, belli olmaz. Ve sakın heyecanlanmayın!


Babalar anlar: Babasından Nevhîz Nedim’e…

O dişsiz ağzının, bazen dudaklarını nîm [1] veya tam küşâde [2] bulunduran pek muhtelif eşkâl-i hande-nümasındâki [3] te’sir, dişli ağzında bittabi vücûdpezîr olamayacak [4]. Birer birer çıkacak dişlerle bu tebessümler de bir başka şekle inkılâb edecek ve ihtimal tebessümlerin o zaman da yine böyle bizi meshûr edecekse de [5], herhalde, fart-ı sürûr ve inbisat ile [6] açılan dudaklarının arasından, bize, zâtü’l-hareke ve dâimiyyü’l-ihtizâz [7] pembe dili gösteren bu saf ve tatlı gülüşlerdeki hâlet-i mahsûsa [8] artık müebbeden görülemeyecek!

Lisânen ve alelhusus kalemen [9] tarif ve tasviri, hele benim gibi aceze-i küttâb [10] için muhâlâttan olan [11] bu melekâne tebessümlerin [12] zevk ve letâfetini, inşaallah kızım, sen de kendi çocuklarında tecrübe eder ve bî-mânâ gibi duran şu bir sahifelik yazıların ne demek istediğini ve nasıl bir hisse tercüman olmak heves-i müşkilinde [13] bulunduğunu o zaman takdîr eylersin.

Ahmet Nedim Servet Tör

[1] Yarım

[2] Açık

[3] Gülen biçimlerindeki

[4] Görülemeyecek

[5] Büyüleyecekse de

[6] Büyük bir ferahlık ve sevinçle

[7] Sürekli hareket eden ve her zaman sevinçli olan

[8] Özel durum

[9] Sözle ve özellikle kalemle

[10] Kâtiplerin âcizi

[11] İmkânsız olan

[12] Melekce gülümsemelerin

[13] Gerçekleşmesi güç istekte


Ayniyle vâkî: Taksici

“Caddebostan Migros var ya abi… Oradan üç kız aldım. Yaşları on altı veya on yedi… Barlar sokağı diye bir yer var şimdi orada. Oradan çıkmışlar. Bindiler. İlk önce İdealtepe’ye gideceğiz… Sordum. Sonra nereye? Atalar’a abi, dedi yanıma oturan. Peki, dedim. Baktım, biri oturamıyor. Yani kıçının üstüne oturamıyor abi! Anladın? Yanıma oturan mini etek giymişti. Arkadakilere dikiz aynasından baktım. Birinin gözleri dışarı çıkacaktı sanki. ‘Sigara’ içmiş. Öbürünün yaka bağır açık, göğüsler haşat. Abi, Bahariye’de kilisenin arkası daha beter! Her sabah prezervatif süpürmekten bıktık, diyor abi arkadaşım. Neyse abi. Yanımdaki bana döndü. Abi, bira içtim de… Ağzım kokuyor mu, bi’ baksana, dedi. Ne koklayacağım senin ağzını, dedim. Yavaşladım. Bak, kızım dedim. Benim senden büyük üniversiteye giden kızım var. Sana da ‘kızım’ diyorum, iyi dinle beni… Bu tuttuğunuz yol iyi yol değil. Böyle giderseniz orospu olursunuz… Yazık değil mi size? Kızım ben bu havada paltoyla zor duruyorum, üşümüyor musun böyle minicik etekle? Hiç ses yok abi. İdealtepe’ye geldim. İkisi indi. Yirmi üç lira yazdı taksimetre. Yirmi lira aldım. Diğerine şöyle bir alıcı gözüyle baktım. Sordum yine de… Devam edeceğim. Paran var mı? Paraya gerek mi var, der demez, hadi kızım sen in burada, deyip indirdim kızı abi.”